İÇ MANZARA

Türkçesi: Suat Engüllü


ODA

(Соба)

 

O gelmesini beklediğimiz zaman bu mudur; söylenmeyen

her şeyin bir bir söyleneceği zaman?

Işığın mazereti söz konusu olamaz asla. Beklenmedik akını, boğucu odanın hafif uyuşukluğunu allak bullak ediyor sadece; mor fraklar içinde (ve çıplak hâlde), arkalarında, aynı hayvanın hücrelerinin ilelebet ayrı ve birbirine yabancı kaldığı dünyanın yönlerinden büyük olmayan gizi ölçüp duruyoruz ha bire. Dostum, hançerin ucunu mutlak sessizliğin dibine kadar mı yoksa düşüncelerimin dibine kadar mı izleyeceksin, hiç fark etmez. Cezir, ardında kokuşmuş otlar bırakır daima; fakat sen

büyük bir avcısın ve sana ait olan bu diyarın kendi kendini temizleyişleri seni aldatmasın sakın. Yer yuvarlağını – canilerin en büyüğü olarak – peşinden sürüklediğin sürece, başka birilerini bulamadıysan eğer, kendinden bile olsa, hep çalmak zorunda kalacaksın. Aramızda, sözün mızrağını tek başına taşımaya lâyık biri yok. Bizim bütün berbat tutkularımızı, iyiliklerimizi ve kötülüklerimizi bir kefeye kim koyabilir ki?

Bu, gelmesini beklediğimiz zaman değil henüz; o, bütün söylenmeyenlerin bir bir söyleneceği zaman.


IŞIK

(Светлина)

 

                            “Ey sevgili umut

                             biz de bileceğiz o gün

                             hayat ve bir hiç olduğunu.”

                                                    Cesare Pavese

                                  

El kıllı ve kabaydı. Soğuk kuzey ormanlarından kalkıp hareket ettiğinde, çamurlu yollarda, sis mahramalarıyla örtünmüş bataklıklarda karanlık saltanat sürüyordu; kavşaklarda, etraflarında son kazara can çekişenlerin dans ettikleri, unutulmuş göçebe ateşlerinden dumanlar tütüyordu.

El çamur içinde sürünüyor, yerin derinliklerine götüren yarığı arayıp duruyordu. Göz kamaştırıcı elbiselerini orada saklayan ışıkların gizemini tahrik ediyordu.Uzaklarda, karanlığın derinliklerinde, sadece ele avuca sığmaz, korkunun kabarıp taşan reçinelerinin akınından kaçan bir hayalet koşuyordu mezarlığın içinde.

El sessiz bir dokunuşla durdu. En uygun nokta burada bir yerlerde, karanlığın göbeğinde bulunuyordu. İnce bir dokunuş zarı yırtmaya yetti ve el vıcık vıcık bir yağmur solucanı gibi esrarengiz yarığın içine dalıverdi. Dünyanın zatürreye yakalanmış akciğerlerinde bir şeyler olmalıydı mutlaka. Hava, kaçış içinde soluk soluğa bir katil gibi kan ter içinde kaldı. Toprak çığlıklar içinde tiril tiril titriyordu.

İşte o zaman, el güç bela, tıpkı yaralı asker gibi yarıktan yavaş yavaş geri çekildi. Ezilmiş parmakları arasından bir çeşit hırpalanmış ışık damlıyordu kafa tutarcasına. Sonra o da söndü.


SAHİN

(Сокол)

 

 

Efsunlu yeşil arp kanatların altından

notalar saçıyor karlı çiçeklerinden

kişneyen aygırı kim sakinleştirecek

daha önce olanlar tekrarlanmadan.

 

Körpe yüreğin var, sımsıcak dişi gözün;

her iki dudağında, huzur veren sözün.

 

Savaş meydanında sinek sürüsü gibi

çılgınlık içindesin kapkaranlık şatoda;

(gökyüzü değiştirdi aşağıda ne varsa,

soyulmuş çürümede ilk atılan tohum da).

 

Yaşlı yüreğin var, gaddar yılan gözün;

her iki dudağında, korkunç şahin çığlığı.


MASAL

(Бајка)

 

 

Solgun sislerin alacası vuruyor göğe,

saydam orman yıkanan periden farksız,

giderek uslanıyor çağıldayan dere –

sabahın gözyaşında uyuyor Oberosia.

 

 Yolunu şaşırmış fısıltı yaralıyor düşü:

inildiyor yavaşça ıpıslak otlarda biri.

Billur çıngırak gibi sallanıyor dünya,

çiylerden havalanıyor hüzünlü kuşlar.

 

 Acı bir feryat: kalbi perişan ediyor ah;

dehşet, karalar bağlıyor kankızıl soluk,

ölümcül askerin ağır ilenci karşısında

kaçıyor aşkın maralı, can korkusu içinde.


İM

(Дамка)

 

Canını sıkan bir şey var yine,

sinirlerini altüst eden;

kâh gelen kâh çekip giden,

tekrar dönmek üzere

geç saatlerinde gecenin,

olgunluğu içinde gün

karanlığını seyreltirken.

Canını sıkan bir şey var yine.

O sımsıcak deniz,

kâbusun gürültüsü içinde

bilcümle kaygılarıyla

durmadan dönen dünya,

bulut bulut kalkan toz,

gevşeyen vücuttan

oluk oluk akan ter.

Ah, ne kadar sıcak!

Gizlen, için için ağla!


MİDYE

 

                      Sande Stoyçevski’ye

 

Hepimiz öleceğiz, aynı acı içinde:

iblisler, yüzsüzler ve anlı şanlı bardlar;

kapalı midyeden farksız, ruhumuz,

sessizce yarılacak kendi sırlarından.


HAMLET

 

Siyah bir el uçuşuyor düşsel boşluk içinde,

kafatasını baskılıyor dünyanın gölgesi,

başkasının sevdiğini arzuluyor herkes…

                              Nereye kaçmalı acep?

 

Güzel ruh can veriyor kurşun deniz altında,

hıyanet güçlü bir silâhtır şimdi,

ilk düşünceyle atılmıştır ilk adım…

                              Nereye kaçmalı acep?


DÜŞÜNCE

(Мисла)

 

Has gümüşten kayık mı yapacaksın, yoksa

içimde ağırlaşan, vadedilmiş  sır mı öreceksin?

Deniz kapkaranlık, dibinde yatan sensin,

insanlardan yara alan, uysal Dezdemona.


KAPSAYICI AN

(Сеоpфатен миг)

 

Kendi oyunumuz etrafında dizilmişiz çepeçevre

o en güzel noktayı görmek için sabırsızlanıyoruz

doğumun arife gününün bize müjdelediği.

Rakkaseler, altın koçular, Babil Kuleleri, soytarılar,

asalar, Çin Sedleri geçip gidiyor yanı başımızdan,

bizse o en güzel noktayı bekliyoruz sabırsızlık içinde.

 

Gordion düğümleri çözülüyor,

dişi güvercinlere dönüşüyor kadınlar,

Sodom ve Gomora yıkılıyor,

köprüleri terk ediyor dilenciler,

bizse o en güzel noktayı bekliyoruz sabırsızlık içinde.

 

O en güzel noktayı bekliyoruz:

kapsayıcı anı, göğüs geçirilmeyen diyarı,

altın elmayı, gelin göz yaşını.

O en güzel noktayı bekliyoruz,

bütün Gizli Yemeklerimiz bağışlansın diye.


SES

(Глас)

 

Ölümü anlasana, ey yasak kadın!

Kahroluyorum, hem sana hem yiten sesine.

Büyük kadehten yudumlayacağım Günü,

derin özünü adında keşfedeyim diye.

 

Güneyde doğan ışınla kaçmaya kalkma,

o çok eski kalenin sunduğu köprü yalan;

uykumu bölüyor aklından geçirdiğin söz,

aynı yıldız gözlerimizde yalap yalap yanan.

 

Kırmızılı hülyam, sana sahibim şu an.

Ölümün alnının yırtılan damarında maviyle

gelen tınıdır ahengini kuran ruhunun

tenimde kavuştuğu kurtuluşun.


*  *  *

(Ах, тие страшни будења во хаосот на нештата)

 

Ah, hainlik ve kin, intikam ve pişmanlık kokan şarap fıçıları gibi birbirine destek olan unutulabilen şeylerin kargaşası içindeki o korkunç uyanmalar; ağır sözleri ve kötü eylemleri tedavi eden iyilikçi mutlaka olmalı bir yerlerde. Zira, herkes acı çekiyor ve yalan söylüyor, işkence ediyor; vicdanın çok eski bahçelerinde zehirli çiçekler açıyor ve kendi adasının arayışı içinde herkes, ey Uçurum. Fakat bu, hayatın derinliklerine dalacak kocaman kocaman bir kaplumbağanın bağasıdır sadece; ardından durulacak su. Görünürde elbette. Aşağılarda, için için yanmaya devam ediyor ruh ve buna tahammül edilmesi imkânsız artık; her kaçış kendi hücresine yeniden dönüştür ve en iyisi çığlık atmadan yanmaktır; buralarda bir yerlerde.


İÇ MANZARA

(Внатрешен пејзаж)

 

Huzur verici tatlı bir dokunuştu bu sadece; zifirî olmayan,  siyah ve saydamlığını yitirmiş umutla da ortak bir yanı  bulunmayan bir çeşit parıl parıl karanlık. Dünyanın nasıl yeniden canlandığı, nasıl telâşa düştüğü, nasıl soluduğu  görülebiliyordu. Ah, o haşarı beneklerin bir anlamı vardı.

(Öfkenin lime lime olmuş iplikleri kök salıvermiş sımsıcak bataklıklarda. Oradan, tıpkı yaralı bir canavar gibi geri çekilmekte olan ışığa kadar uzanan alanın üzerinde, örümcek ağından oluşmuş, ucuz bayram güneşlerini  andıran kanlı balonlar patlıyor havada.)


SIÇAN

таорец)

 

Uslu durursan, benim bastırılmış öfkem, seni şehir  içinde gezdireceğim biraz. Çok kısa bir süre olacak  bu ve geceleyin yalnızca. Kimsecikler görmemeli seni.  Ah, gene kızdığını görüyorum! Ama, burada yabancı  olduğunu anla artık. Dünyada her şey o kadar güzelken,  sen dünyayı tedirgin etmeye geliyorsun. Allah aşkına,  ölü kötülükleri canlandırma yeniden!

Gene kafesine götürmeliyim seni bu yüzden.


HELÂLLEŞME

(Збогување)

 

Günlerce dünyanın nemli yer altı dehlizinde yattım. Duvarlar, üzerlerinde biriken pislik nedeniyle ufalanıyordu, bense kısa süre önce hayat kitabını kapatmış bir bilge edasıyla sakin sakin yatıyordum. Fakat hayat kitabım, üzeri yılların çetin ceviz kabuklarıyla örtülü alçak bir masacık üzerinde hâlâ açık duruyordu.

Hiç kimse gelmiyordu. En büyük ihtimalle herkes ölmüştü ya da ölmeye hazırlanıyordu. Sadece anılar, çürümüş kafatasının karanlığı içinde altın balıcıklar gibi yemleniyordu arada bir. Anılardan başka hiçbir şeyin, hiçbir şeyin tek bir anlamı yoktu.

Her ne zaman gözlerimi açacak olsam, karşımda vicdanın ağır bastonu, bilcümle aldanmışlıkların acı soluğu, herhangi bir önem taşımayan eski vazgeçişlere vurulan zincirlerin soğuk şangırtısı ile üzerime eğilmiş olan iğrenç gudubet, kirli kocakarı ruhumu görüyordum.

Beni terk edeceğinden mutluluk duyuyordu. Şimdi, daha önceleri keşfedilmemiş diyarlara doğru yolculuğa çıkacak ve hiç kimseye yerleşmeyecekti artık.

“Kal, ne olur biraz daha kal,” diye yalvarıp yakardım ona.

“Hayır, gitmeye mecburum. Burada, senin içinde kalmak tahammül edilebilir gibi değil artık.”

İşte o zaman beni son defa kucakladığını hissettim. Dişsiz ağzı bütün ıslaklığıyla alnımı kaplayıverdi..


ÖRTÜ

(Плаштот)

 

Koro

Öğrenmeye can attığın sırlar bu mor Örtünün altındadır, küçük  adam: sonsuz gecelerinin bedelini ödeteceğin sonsuz günler;  yorgun gözlerinin yerine koyacağın kıymetli taşlar; çatlak avuçlarını yumuşatacağın sıcak toprak; paramparça kalbine iyi gelecek şifalı bitkiler. Sana bahsettikleri Güneş oradadır, alnından akan berrak sular oradadır. Sadece küçücük bir hareket yapman yeter – ardından her şey senin olacak! Çekiver Örtüyü!

 

Tanrı

Hayır! Elini çek! Seni gidi günahkâr küçük adam! Sırların Örtüsünü bırak! Bulanık bilincinin fırtınalarında sana kılavuzluk etmek için buradayım. Kendi düşüncelerine inanmıyorsun, gerçek varlığının gölgesini hor görüyorsun, hatta arkasında ağzını açmış karanlığın pusuda beklediği Örtüyü çekmeye hazırsın. Orada karanlıktır yollar ve senin yolun kayıptır. O toprağa ayak basar basmaz benimsin, bense karanlıkların hükümdarıyım.

 

Koro

Uykusuzluklarının yüce tapınağında, sana miras bıraktıkları  meleklerin türküsü uyku vermeye başladı yavaş yavaş. Yüksek  yeşil kubbenin üzerinde içleri neşe dolu çocuklar halay çekiyorlar. Sen kâh fısıldıyor kâh susuyorsun, kâh fısıldıyor kâh susuyorsun; bakışının garip parıltısında çok hafif bir uyarı var. O sana sözünü ettikleri sırlar oradadır işte. Çekiver Örtüyü!

 

Tanrı

Sakin ol, ey şaşkın! O yabansı perdenin altında acılar–ormanıdır yetişen; acı ırmaklar akar, kışlar umut ediş kadar uzun sürer, kadınlar kem dillidir; benim bile bakmadığım cehennem derinliklerine götürecektir seni kum bataklığı. Sır simsiyahtır! Aldanma sakın!

 

Koro

Karanlık kaşlarının yoğun serinliği içinde bir kuşkudur çarpıyor gözüme. Çekiver Örtüyü! Bitmez tükenmez arzuyu yitirebilirsin sadece, bunun dışında her ne varsa gerçektir. Beni, yüzyıllar boyunca kendi diktiğin eşi görülmemiş bitkilerin iç açıcı gölgesi altında kutsarken ses sürüleri geçecek üzerinden. Kapat gözlerini – bunu yapabilirsin, yorgunluktan göz kapakların kendiliğinden kapanıyor zaten – kapat ki o beyaz mermer merdivenler, rahat rahat nefes alan yüksek beyaz pencereli sarayına götürsün. Orada, uzaklarda, etrafa siyah kıvılcımlar saçan şey ise kurşun kafes içine kapatılmış, son onurunu yitirişindir senin.

 Şimdi gözlerini aç! Evet, acı veriyor karanlık, kan, emek acı  veriyor! Sana içinde kılavuzluk ettiğim sır burada, senin önünde, bu Örtünün altında duruyor. Çekiver Örtüyü!

 

Tanrı

Cehennem azabına uğramak istiyorsan Örtüyü çekiver! Örtünün arkasında ben varım; beni uyduran ise sensin, benim Kızıl Dünyamı sen var ettin, benim karanlık tacımı sen yaptın. Sen olmadığın zaman ben neredeyim? Bensiz olduğun zaman sen neredesin? Öfkem karşısında başını eğ ve sus. Günün birinde geleceğim ve seni bulmazsam eğer, başka Dünyalar arayacağım.


DERMANSIZLIK

(Папсување)

 

Gidemem buradan ötelere,

burada olacak ölümüm,

yatıp öleceğim burada.

Ne iyilikler bölüştüm,

ne teselliler paylaştım,

ne kanatlar eskittim...

– bu uçuş sürdürülemez,

bu yolu aşmak ne mümkün

o dönek-canlar içinde,

bu duvar örülemez

dünyanın gayyasında,

bezekleri de rezesi de yok

şu lanet olası kapının.


* * *

(Одбирав најтешки патишта...)

 

En zor yolları seçtim hep,

sırtları, sarplıkları, anızlıkları.

Çok yürüdüm, paralandım, dağıldım.

Böyleymiş alın yazım.

 

En nihayet, gelinen, bu dört yol ağzında dünyanın,

biraz olsun düz yollar var mıdır önümüzde aşılacak?

Var mıdır baç alınmayan geçitler,

huzur dolu, sessiz sakin bir konak,

ve alacalı, suları buz gibi bir çeşme.


* * *

(Сништата - пепелче...)

 

Hayaller – kül oldu,

zaman – yel oldu,

hayat – inim inim.


KAVAL

(Кавал)

 

Bütün borçlar kapatıldı.

Vakit tamam.

Duyuyorum:

Benim kavalım bu çalan.


SEKİZİNCİ YOLCU


* * *

(Tako si potpuna)

 

Öylesine kusursuzsun.

Çimenler arasından birdenbire fışkıran

mucize tertemiz kaynak gibi.

Kutsaldır senin yaşların –

her yere bakıp her şeyi görüyorlar

üzerinde sayısız göz bulunan bir taç gibi.


* * *

(Ne otvaraj škrinjicu)

 

“Bu çekmeceyi açma sakın”,

dedi Tanrı.

“Öpücüğün esrarı

gizlidir içinde.”


* * *

(Poput povratnika u stari kraj)

 

Eski yurduna dönen adam gibi

diz çöküp öpüyorum,

senli anılarımın doğduğu yerleri.


* * *

utim tvoje ime...)

 

Serviler ve narlar arasında

susuyorum adını.


* * *

(Poput boje šumske sjene...)

 

Orman gölgesinin rengi gibi

belirsizdir güzelliğin çağı.


* * *

(Podupri sve što je bez uporišta)

 

Dayanağı olmayan her şeyi destekle,

iyice oturmamış taşı yerinden çek

ve kökleri sığ gövdeden uzak dur.


* * *

(Stvari odraslih bole...)

 

Yetişkinlerin meseleleri acıtır.

Maviliklerde –

boynu bükük çimenler,

geri dönüşü olmayan incelikler.


* * *

(Ničeg nije tako malo...)

 

Hiçbir şey o kadar az değildir

sevginin çok az olması gibi.


* * *

(Postvarenje je znak...)

 

Birer birer yaratmak İm’dir,

doğaötesi dölütüdür Hiçbir Şey’in.


PAVESE

 

Camminiamo una sera sul fianco di un colle,

in silenzio*).**)

 

“Kendim de bilmiyorum – diyorum –

nasıl olmuştu da ömrümde

izin verilmişti bunca sapkınlığa?”

 

Nell’ombra del tardo crepusculo

mio cugino è un gigante vestito di bianco,

che si muove pacato, abbronzato nel volto,

taciturno. ***)

 

“Dünyanın çeşitliliği içinde – diyor –

sana ihtiyaç duyulduğundandır bu.”

 

___________

İtalik harflerle verilen dizeler, Ünlü İtalyan şair Cesare Pavese’nin

“I marı del sud” (Güney Denizler) şiirinden alınmıştır.

** Bir tepenin eteklerinde yürüyorduk bir akşam, sessizlik içinde.

*** Alaca karanlığın gölgesinde beyazlar giyinmiş bir devdir yeğenim,

sakin sakin yürüyen, güneş yanığı yüzüyle, sessizce.


* * *

(Opsjednuto sve je...)

 

En uç noktaya,

eve,

söze,

akla kadar,

kuşatma altında her yer.


İÇTEN SESLER

(Intimni glasovi)

 

Sazını bu geceye hazırla, sevgilim.

Sibelius. Çal yavaş yavaş.

Gideceğim yerde, o diyarda kıyılar,

– ormanlar bambaşkadır çünkü.

Hiçbir şey ifade etmez artık sözler

ve hiçbir yere götürmezler.

Burada, içimizdedir son bahçe de.

Duygu yüklü içten sesler

ve Sibelius, Sibelius. Çalar yavaş yavaş.


* * *

(Ako bismo o snazi poluge...)

 

Kaldıracın gücünden söz edeceksek eğer –

demem şu ki Newton aslında sözlerle

devindirmemiş miydi Ay’ı?


DİNGİN, İSTRA ŞİİRİ

(Tiha, istrijanska)

 

Seyrek görüşen akrabalar gibi

hediye değiş tokuşu yapıyoruz

ovanın ortasında:

ben kitap veriyorum,

o toprağın ürünlerini.


* * *

(Tako krhka i bijela...)

 

Öylesine zarif ve beyaz

ve efsunlanmışçasına,

sessizce dalıp düşün derinliklerine

uyuyor Katya.

Aldığı ne,

verdiği nedir acaba?

Belki çağrıldığı geceye,

ikili galaksilerde

aşkın büyüsünü saçan

tuşların hoş, sanal ritmine dair

belirsiz bir anıdır sadece.


* * *

(Čudo mehaničkog kosmosa...)

 

Yaprak sapının hiçliği midir,

sürgünü büyülü fasulyenin;

ilâhi siyah böceğin

üzerine tırmandığı?

Ya da yükselerek süzüldüğü

yavaşça sonsuzluğa daldığı ya da.

Parıl parıl billur tozun altında,

uyan, ey, canım toprak!

Yankılanan, tombul gecene,

dişlerini sapladı korkunç çene.


* * *

(Kljunovi crni kljucaju...)

 

Siyah gagalar

gagalıyor dolunayın

siyah gölgesini.

 

Mürekkeple

kutsuyor dalgaları

kömür rengi yunuslar.


 * * *

(Ribari pjesama...)

 

En derin, en loş,

en karanlık yere

atın ağlarınızı,

şiirlerin balıkçıları.

Mısra ağlarını atın,

dalyan ağlarını,

gırgırları, ığrıpları

ve ilhamları

cezbedecek yemleri.

Sık gözlü ağlar atılsın,

fanyalı ağlar da,

suyun yüzeyi her yerde

üretken balık sütüyle kaplı çünkü.

Arthur’un gemisi

ulaşmadı henüz.

Aşağıda resim dolu amforalar var.


SEKİZİNCİ YOLCU

(Osmi putnik)

 

Ne baba, ne ana, ne oğul, ne tarih –

Başlı başına Bilgeliktir Güzellik.

Yaratıklar gibi cisimsiz ve duyarsız,

ani hareket, tertemiz söz gibi kesin,

gök taşı ıslığıyla gelen,

nedensiz ve sonuçsuz,

kuşkusuz ve umutsuz,

gerekçesiz,

sevince, deliliğe dayanıklı,

her şeyi atlatmak için yaratılmış sadece –

Bazı bazı içlerinde, derin uykulara dalmış,

öylesine, zamanla sarılıp sarmalanmış,

çıkartmalarla örtülmüş uyuyan

ve garip hologramlar gibi yapayalnız

Hiçliğin boşluğuna sokuşturulmuş bizler gibi

rengârenk mekiklerde yolculuk yapmaktadır.


* * *

(Delfi)

 

Neden mi sonuç mudur

gizem?

Ne dişilik,

ne erkeklik,

odur O.

Keşfetti üstünlüğün gücünü

ve zayıflığını sığınmanın.

Anlaşılmaz,

algılanabilir olduğu belli ama.

Şiirin çıkış noktası burası işte.



* * *

(Vrijeme nikamo ne žuri...)

 

Hiç mi hiç acelesi yok Zaman’ın.

Godot’yu bekliyor doğum evinde.

Başka bir Zaman’dan hamile kalmış

ve şimdi, Rus matruşkalardan farksız,

döl yatağında yeni Zaman’ın döllendiği

ve artık Zaman-ikizleri dölütleriyle dolu

karnında taşıdığı döl ile yine Zaman’ı doğuracak

Zaman’ın dölütünü taşıyor rahminde...

 

Zaman’ı itemezsin,

hızlandıramaz, yavaşlatamazsın:

ileri mi geri mi gittiğini bilemezsin.

Koşarak geçemeyeceğin gibi onu

sıyrılamazsın da Zaman’ın içinden:

arada bir durup ön ve arka kapılarını açan

otobüs değildir Zaman.

İçine girilmez içinden çıkılmaz da.

Bu yüzden seferdeyiz, hiç bitmeyen seferde,

gezginler gibi yolculuğa vererek kendimizi.

 

Yol arkadaşımız, Zaman uzun uzun,

geveleye geveleye konuşuyor kendince:

“Sürücü yok, sürücü yok!”

Ortalıkta ışıkları yanıp sönen

ve geri sayım yapan pano var sadece.

 

Çok geç midir?! Çok erken mi?! Tam zamanı mıdır yoksa?!

Tutamaklar fayda etmiyor,

baş dönmesi hat safhada çünkü.

Başına buyruk otomatik pilottur Zaman.

Güçlü bir delgi gibi Saman Yolu’na,

Büyük Matruşka’ya daldığımızı görüyoruz sadece

tam yol ilerleyen uzay mekiğinin

göz kamaştırıcı ön camından.